Olaylar

 

Başvuruya konu taşınmaz, açık arttırma suretiyle 1944 yılında tapu kaydıyla üçüncü kişilere satılmış, 1946 yılında yapılan orman tahdidinde orman sınırları içinde kalmış, bu nedenle 1964 yılında yapılan orman tapulaması (kadastrosu) sırasında tapulama dışı bırakılmıştır. 1974 yılında taşınmazın bir bölümü fundalık olarak tapu kaydıyla başvurucu tarafından satın alınmıştır. Taşınmazın bulunduğu saha 1975 yılında "2/B" olarak adlandırılan uygulama ile Hazine adına orman dışına çıkarılarak orman kadastro parseli içinde bırakılmıştır. 1980 yılında yapılan kadastro çalışmasında başvurucunun hissesinin bulunduğu iddia edilen taşınmaz makilik olarak Maliye Hazinesi adına tespit edilmiştir.

 

Başvuruya konu taşınmazda mülkiyet iddiasında bulunan ve itirazları reddedilen çok sayıda kişi 1982 yılında dava açmış, bu dava çok sayıda aşamayı kapsayan uzun bir yargılama sürecini müteakip 2006 yılında sonuçlanmıştır.

 

Söz konusu davaya taraf olmayan, öncesinde başka bir dava da açmayan başvurucu, anılan davada verilen kararın kesinleşmesinden sonra tapu siciline güvenerek aldığı taşınmazın Hazine adına kaydı nedeniyle zarara uğradığını ileri sürerek 2009 yılında tazminat davası açmıştır.

İlk derece mahkemesi davayı 2012 yılında reddetmiştir. Yargıtay 2013 yılında verdiği kararla, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 1007. maddesi uyarınca devletin kusursuz sorumluluğu nedeniyle açılacak tazminat davalarının 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun 125. maddesi gereğince on yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olduğu ancak başvurucunun açtığı davanın on yıllık zamanaşımı süresi içinde açılmadığı şeklindeki farklı gerekçeyle ilk derece mahkemesi kararını onamıştır. Başvurucunun karar düzeltme talebi de 2014 yılında reddedilmiş ve karar kesinleşmiştir.

 

Başvurucunun İddiaları

 

Başvurucu, tapu siciline güvenerek satın aldığı taşınmazın kadastro çalışması sırasında Hazine adına tespiti ve bu sebeple uğradığı zararın tazmini için açtığı davanın da zamanaşımı gerekçesiyle reddedilmesi sonucu mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

 

Mahkemenin Değerlendirmesi

 

Anayasa Mahkemesi bu iddia kapsamında özetle aşağıdaki değerlendirmeleri yapmıştır:

 

Yargıtay, 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi uyarınca açılacak tazminat davalarının 818 sayılı Kanun'un 125. maddesi gereğince on yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olduğunu kabul etmektedir. Buna göre kadastro tespiti nedeniyle mülkiyetin kaybının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl içinde tazminat davasının açılması gerekmektedir.

 

Daire, başvurucunun 1980 yılında Hazine adına yapılan tespite karşı dava açmadığını ve dolayısıyla kadastro tespitinin davacı yönünden kesinleştiğini belirterek 26.6.2009 tarihinde açılan davada zamanaşımı süresinin geçtiğine ve bu nedenle davanın reddi gerektiğine hükmetmiştir.

 

Başvurucunun 1980 tarihli kadastro tespitine karşı dava açmadığı hususunda bir ihtilaf bulunmamaktadır. Dolayısıyla Daire kararı gözetildiğinde başvurucunun en son 1990 yılında dava açmış olması gerekmektedir. Ancak anılan tarihteki Yargıtay içtihadı 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinin tapu kütüğünün oluşumu sırasında yapılan hataları kapsamadığı biçimindedir. Diğer bir ifadeyle o tarihteki içtihat itibarıyla 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde düzenlenen sorumluluk davası, başvurucunun tazminat iddiasını incelemeye ve gerekirse başvurucu lehine tazminata hükmedilmesine elverişli bir yol değildir. Bu dava, Yargıtay HGK'nın 18.11.2009 tarihli içtihadından sonra başvurucunun tazminat talebinin incelenmesi bakımından etkili ve elverişli hâle gelmiştir.

Dairenin 18.11.2009 tarihinde oluşan bu hukuki yol için zamanaşımı süresinin 1980 yılından itibaren işlemeye başladığı yolundaki kabulü, 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde öngörülen dava yolunu başvurucu açısından anlamsız hâle getirmiştir. 18.11.2009 tarihinden önce başvurucunun talebi yönünden etkisiz olduğu açık olan bir yolun başvurucu tarafından 1990 yılından önce tüketilmesinin beklenmesi başvurucuya aşırı bir külfet yüklenmesi sonucu doğurmuştur. Zira bu yol, başvurucunun talebi yönünden 18.11.2009 tarihinden sonra etkili hâle gelmiştir.

 

Dairenin bu yorumu, aşırı şekilci ve katı olup 18.11.2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş bulunan başvurucular yönünden 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi kapsamındaki tazminat yolunu etkisizleştirmektedir. Sonradan oluşan bir hukuk yoluna ilişkin zamanaşımı süresinin kişinin bu yola başvurmasını kesin olarak imkânsız hâle getirecek bir tarihte başlayacağının kabulü, sınırlamanın istisna olduğu ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Bununla birlikte 818 sayılı Kanun'un 125. maddesi gereğince on yıllık zamanaşımı süresinin hukuki güvenlik ve istikrarın sağlanması amacına matuf olduğu gözetildiğinde bu sürenin tamamen göz ardı edilmemesi gerektiği de açıktır. Başvurucunun dava açma hakkını kullanabilmesindeki bireysel yarar ile hukuki güvenlik ve istikrar ilkesinin sağlanmasındaki kamu yararı arasında, dava açmanın süreye bağlanmış olmasını anlamsız kılmayacak şekilde bir denge kurulmalıdır. Bu denge kurma çabasının, on yıllık zamanaşımı süresinin, bu hukuki yolun oluştuğu 18.11.2009 tarihinden itibaren yeniden işleyeme başlayacağının kabulünü zorunlu kılmadığının altı çizilmelidir. Aksi takdirde zamanaşımı süresi öngörülmesi anlamsız hale gelecek ve kamu yararı ile bireysel yarar arasında gözetilmesi gereken denge kamu yararı aleyhine bozulmuş olacaktır. Önemli olan husus, 18.11.2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş bulunanlar yönünden 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi kapsamında dava açılabilmesine imkân tanınmış olmasıdır. Bu durumda 18.11.2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolan başvurucuların dava açabilmelerini mümkün kılacak makul bir süre öngörülmesi, kamu yararı ile bireylerin mülkiyet hakkının korunması arasında adil bir dengenin kurulabilmesi bakımından yeterli olup bu sürenin ne kadar olacağının takdiri derece mahkemelerine ve özellikle içtihat mahkemesi konumunda olan Yargıtay'a ait olduğu kuşkusuzdur.

 

Özetle, başvurucunun talebi yönünden 18.11.2009 tarihinde etkili hâle gelen hukuk yolunun bu tarihten önce tüketilmesi gerektiği gerekçesiyle reddedilmesi suretiyle başvurucuya yüklenen külfet, kamu yararı ile bireyin mahkemeye erişim hakkı arasında kurulması gereken adil dengeyi başvurucu aleyhine bozmuş ve mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahaleyi orantısız kılmıştır.

 

Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.  

 

 

2 Ekim 2017 Pazartesi
© 2024 AS-Hukuk Tüm Hakları Saklıdır.