Hukuk Genel Kurulu         2017/778 E.  ,  2019/329 K.


"İçtihat Metni"

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi


Taraflar arasındaki "tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Ankara 9. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın zamanaşımı nedeniyle reddine dair verilen 17.12.2013 tarihli, 2012/471 E., 2013/617 K. sayılı karar davacılar vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 13.11.2014 tarihli, 2014/10972 E., 2014/35823 K. sayılı kararı ile;


"...Davacılar, davalı şirkete ait hastanede diğer davalı doktor gözetiminde hamilelik süreci yaşandığını 18.3.2006 tarihinde doğum gerçekleştiğini, doğum sırasında doktorun ilgisizliği ve ihmali sonucunda çocuğun ölü doğduğunu, başka bir hastanede tekrar canlandırıldığını, ancak kalıcı böbrek rahatsızlığı oluştuğunu ileri sürerek 50.000 TL maddi, 300.000 TL manevi tazminatın faizi ile tahsilini istemiştir.


Davalılar, zamanaşımı olduğunu savunarak davanın reddini dilemişlerdir.


Mahkemece, zararın öğrenildiği 11.5.2006 tarihinden dava tarihine kadar 5 yıllık zamanaşımı süresi dolduğundan davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar tarafından temyiz edilmiştir.


Davalılardan doktor hakkında Ankara 2. Sulh Ceza Mahkemesinin 2009/91 esas sayılı dosyada bu olay nedeniyle mahkumiyet kararı verildiği anlaşılmaktadır. Borçlar Kanununun 72.maddesi uyarınca tazminat ceza kanunlarının daha uzun bir zamanaşımını öngördüğü cezayı gerektiren bir fiilden doğmuşsa bu zamanaşımı uygulanır. Türk Ceza Kanununun 89/1.maddesinin zamanaşımı süresi dolmadan açılan dava süresindedir. Mahkemece, işin esası incelenerek sonuca uygun bir karar verilmesi gerekirken, yanlış değerlendirme sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir..."


gerekçesi ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.


HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:


Dava maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir.


Davacılar vekili 09.10.2012 tarihli dava dilekçesi ile müvekkili ...'ın hamileliği boyunca davalı doktorun hastası olduğunu, 18.03.2006 tarihinde sabah davalının muayenehanesinde kontrol gerçekleştikten sonra sancılarının başlaması üzerine doğumun gerçekleşeceği davalı Hastaneye gittiklerini, saat 14.30 itibariyle doğuma alındığını, aradan geçen uzun süreye, NST'de çocuğun kalp atışlarının sorun göstermeye başlamasına, bu durum kendisine bildirilmesine rağmen hastaneye gelmeyen doktorun saat 20.00 sularında akrabasının doğum gününden dönerek hastaneye gelebildiğini, hastaneye geldikten sonra dahi doğumun hemen gerçekleştirilmediğini, yaşanan bu durum nedeniyle bebekleri Demir'in ölü doğduğunu, uzun süre soluk alamadığını, bu yönde de müdahalenin geciktiğini, gereken sürede yine müdahale edilmediğini, oksijen tedavisi ile canlandırılan Demir bebek Gazi Üniversitesi hastanesine sevk edilmiş ise de, davalıların dikkatsiz, tedbirsiz ve ihmalkâr davranışı sebebi ile doğuma bağlı gelişen böbrek hasarının oluştuğunu ve bu konuda davalı doktor hakkında ceza kovuşturması yürütülüp davalının kusurlu bulunarak ceza aldığını, ceza dosyasında alınan Adli Tıp Kurumu raporundan müvekkili Demir'in gelecekte daha da ilerleyebilecek şekilde kalıcı böbrek parankim arızası meydana gelmiş olduğunun ve bu sebeple meslekte kazanma gücünü %10,3 oranında kaybettiğinin sabit olduğunu, Demir'in davalı doktorun, davalı hastane nezdinde gerçekleştirdiği haksız ve kusurlu eylemler sebebi ile ilerleyen dönemde ağırlaşma ihtimali olan ağır ve kalıcı bir bedensel zarara uğramasının yanı sıra, doğumundan itibaren hiçbir çocuğun maruz kalmaması gereken uzun ve sancılı tedavi süreçleri yaşadığını, doğum esnasında geçirdiği beyin kanaması sebebi ile bir yıl epilepsi tedavisi gördüğünü, konuşma bozukluğu çektiği için yıllarca konuşma terapisine götürüldüğünü ve son olarak, dava tarihi itibariyle 6 yaşında olmasına rağmen, gelişimini tamamlayamadığı için yaşıtları hatta küçükleri ile birlikte ilkokula başlayamadığını, tüm bu süreç nedeniyle müvekkillerinin maddi ve manevi olarak zarara uğradığını ileri sürerek bu yönlere ilişkin tazminat taleplerinin davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.


Davalı doktor ve davalı hastane vekilleri süresinde verdikleri cevap dilekçelerinde zamanaşımı defîlerini dile getirerek davanın reddine karar verilmesi gerektiği savunmuşlardır.


Mahkemece kurulan ilk ara karar ile davalıların zamanaşımı defî yerinde görülmemiş, sonrasında bu ara karardan dönülmüş ve davanın vekâlet sözleşmesi hükümlerine dayalı olduğu, davacı tarafın esasen zararın varlığını doğum anında tespit edemezse bile, doktor hakkındaki şikâyet tarihi olan 11.04.2006 itibariyle bu durumu bildiği hatta zararın kapsamını davacı ...'in Gazi Hastanesinden çıkış tarihi olan 11.05.2006 tarihinde öğrendiği, zira Gazi Hastanesi raporunda kesin tanının tespit edildiği, kesin tanının konulduğu 11.05. 2006 tarihinden dava tarihi olan 09.10.2012 tarihine kadar bu dava için öngörülen beş yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
Davacılar vekilinin temyiz itirazları üzerine hüküm Özel Dairece yukarıda karar başlığında yazılı gerekçelerle bozulmuştur.


Bozma kararına karşı yerel mahkeme, Özel Daire kararında zamanaşımının başlangıç tarihine ilişkin herhangi bir değerlendirme yapılmadığı da belirtilmek ve ilk karar gerekçelerini tekrar etmek suretiyle direnme kararı vermiştir.


Direnme kararı davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.


Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, doktor hatası iddiasına dayalı maddi ve manevi tazminat talepleri yönünden haksız fiile ilişkin zamanaşımı hükümlerinin mi, vekâlet sözleşmesine ilişkin zamanaşımı hükümlerinin mi uygulanacağı, burada tespit olunacak sürenin başlangıcında somut olay bakımından hangi tarihin esas alınacağı ve varılacak sonuca göre yerel mahkemenin davanın zamanaşımı nedeniyle reddi yönündeki kararının yerinde olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlık noktası zamanaşımına ilişkin olmakla birlikte; uygulanacak zamanaşımı süresinin tespiti bakımından öncelikle yanlar arasındaki ilişkinin hukuki niteliğinin vasıflandırılması gerekir. Zira hakkın veya sorumluluğun doğduğu kuralların kaynağına göre, uygulanacak zamanaşımı süreleri de değişecektir. Nitekim sorumluluk hukukunda en sık karşılaşılan hâller sözleşmesel sorumluluk ve haksız fiil sorumluluğudur ve her iki hâlde, aşağıda ayrıntılarına değinileceği üzere, tabi olunan zamanaşımı süreleri farklıdır.


Eldeki davada tazminat isteminin dayanağı hekimin kusurlu eylemi iddiasıdır.


Hekim ile hasta arasında kurulan hekimlik sözleşmesi ilişkisi, yasada düzenlenmemiş (atipik) iş görme sözleşmelerindendir. Bu sözleşmenin serbest çalışan bir hekim ile bizzat hasta ya da onun temsilcisi arasında kurulan ve hekimi kendisine ödenecek bir bedel karşılığında tıbbî teşhis ve tedavi edimini yerine getirme yükümlülüğü altına sokan sözleşme şeklinde tanımlanması mümkündür (Demir, M.: Hekimin Sözleşmeden Doğan Sorumluluğu, AÜHFD, Yıl 2008, C.57, Sayı 3, s.226, http://dergiler. ankara.edu.tr/dergiler/38/1498/16520.pdf).


Hukuksal niteliği konusunda doktrinde değişik görüşler (eser, hizmet, vekâletsiz iş görme gibi) ileri sürülmüş olmakla birlikte bilhassa yürürlük tarihi itibariyle uyuşmazlıkta uygulanması gereken 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun (BK) "Diğer akitler hakkında kanuni hükümlere tabi olmayan işlerde dahi, vekâlet hükümleri cari olur" şeklindeki 386/2 [6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) 502/2] maddesi hükmünü de gözeten yargısal uygulamada hekimlik sözleşmelerinin vekâlet sözleşmelerine ilişkin düzenlemeler dairesinde çözümlenmesi gerektiği görüşü yerleşik bir hâl almıştır. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 26.11.2014 tarihli, 2013/13-1204 E., 2014/965 K.; 13.04.2011 tarihli, 2010/13-717 E., 2011/129 K. sayılı kararlarında da bu hususa işaret edilmiştir.


Bazı durumlarda ise zarar doğurucu eylem hem sözleşmeye aykırılık hem de haksız fiil teşkil edebilir. Başka bir anlatımla, borçlunun zarar görenle arasındaki sözleşmeye aykırı davranışı aynı zamanda genel bir davranış kuralının da ihlâlini teşkil etmekteyse, aynı olayda hem sözleşmeden doğan sorumluluk hem de haksız fiil sorumluluğu söz konusu olacaktır. Doktrinde fikir ayrılıklarına rağmen, açıklanan durumun varlığı hâlinde Türk hukukunda hâkim olan görüş bu iki sorumluluğun yarışması (hakların telâhuku) görüşüdür. Hakların yarışmasında, zarar görenin tazminat istemini isterse sözleşmenin ihlâli isterse haksız fiil hükümlerine dayandırma yönünde bir tercih hakkının bulunduğu; dayanılan hukuki sebep açıkça belirtilmediyse, hâkimin önüne gelen olay bakımından hangi sorumluluk hâli zarar gören lehine ise o hükümleri bir bütün olarak uygulaması gerektiği kabul edilir.


Gelinen noktada, iddiaya dayanak kılınan hukuki düzenlemelerin ne olduğu konusunda açık hüküm veya dosyaya yansıtılmış taraf iradesinin bulunmadığı hâllerde, hangi hükümlerin zarar gören lehine olduğunun nasıl belirlenmesi gerektiğine ışık tutmak faydalı olacaktır.


Haksız fiil sorumluluğunda zarar gören, failin kusurunu ispatla yükümlü olduğu hâlde (BK m. 42, TBK m. 50/1), sözleşmeden doğan sorumlulukta durum tam tersidir; borçlu sorumluluktan kurtulmak için kusursuzluğunu ispat etmek zorundadır (BK m. 96, TBK m. 112). Böylece sözleşmeden doğan sorumlulukta, alacaklı borçlunun kusurunu ispat yükümlülüğünden kurtarılmak suretiyle daha iyi duruma getirilmiştir. Bu itibarla, borçlunun kusursuzluğunu ispatla yükümlü olduğuna ilişkin hükmün aksi taraflarca kararlaştırılmadığı takdirde, zarar görenin tazminat davasını sözleşmeden doğan sorumluluğa dayandırması kendisi için daha elverişlidir (Öz, T./ Oğuzman, K.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, genişletilmiş 9. baskı, İstanbul 2011, C. 1, s. 504; Tandoğan, H.: Türk Mes'uliyet Hukuku, Akit dışı ve Akdi Mesuliyet, Ankara 1961, s.533). Buna karşılık, haksız fiil teşkil eden fiille ihlâl edilen normun bir kusursuz sorumluluk hâlini düzenlemesi durumunda kusurun ispatı söz konusu olmayacağından, haksız fiil sorumluluğuna başvurmak zarar gören için daha avantajlı olur. Tazminat yükümlüsüne kurtuluş kanıtı getirerek sorumluluktan kurtulma imkânının tanındığı kusursuz sorumluluk hâllerinde de aynı sonuca varmak mümkündür. Zira sorumlu kişi için kurtuluş kanıtı getirmek çoğu kez kusursuzluğunu ispat etmekten daha zordur (Ayrıntı için; Karan, Y.: Haksız Fiil Sorumluluğu ile Sözleşmeden Doğan Sorumluluğun Karşılaştırılması, https://www.academia.edu/32414535).


Değerlendirilmesi gereken bir başka husus ise, tıpkı eldeki uyuşmazlıkta olduğu gibi, zamanaşımıdır. Haksız fiil sorumluluğunda kanun koyucu sübjektif ve kısa mahiyette, bir yıllık (BK. m 60- TBK m. 72'de ise iki yıllık) zamanaşımı öngörmüş ve her halükarda "zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz" diyerek objektif, uzun zamanaşımını benimsemiştir. Sözleşmeden doğan sorumlulukta ise zamanaşımı kural olarak alacağın muaccel olmasından itibaren on yıldır (BK 125, TBK 146), vekâlet sözleşmesinin de dâhil olduğu kimi hâllerde ise bu süre beş yıldır (BK 126/4, TBK 147/5). Bu nedenle, sözleşmeye dayanan tazminat talebinin tabi olduğu zamanaşımı süresi, haksız fiile ilişkin olandan uzunca bir süre önce işlemeye başlamadığı takdirde veya somut olaydaki sözleşme için genel zamanaşımı süresinden farklı daha kısa bir süre öngörülmediği müddetçe ya da aynı zamanda suç teşkil eden haksız fiilin tabi olduğu ceza davası zamanaşımı süresi on yıldan uzun olmadığı sürece, zarar gören için sözleşmeden doğan sorumluluğa dayanmak daha elverişli olacaktır. Zira haksız fiil sorumluluğunda bir yıllık kısa, subjektif zamanaşımı süresi zarar görenin zararı ve tazmin yükümlüsü kişiyi öğrendiği tarihten, on yıllık mutlak süre ise zarar verici fiil veya olayın vukuundan başlar (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 8. baskı, İstanbul 2003, s.797). Ancak aynı fiilin hem sorumluluğu kuran, hem de ceza kanunlarına göre suç teşkil eden mahiyette olduğu hâllerde, bu fiile ceza kanunlarınca daha uzun bir zamanaşımı süresi öngörülmüş ise, tazminatın daha ağır bir müeyyide olan cezalandırmadan daha önce zamanaşımına uğraması tutarlı bir çözüm olmayacaktır. Kanun koyucu bu sebeple ve uyum sağlamak amacıyla ceza dava zamanaşımı devam ettiği müddetçe tazminat iddiasının da ileri sürülebilmesini BK'nın 60/2 maddesindeki "Şukadar ki zarar ve ziyan davası, ceza kanunları mucibince müddeti daha uzun müruru zamana tabi cezayı müstelzim bir fiilden neşet etmiş olursa şahsi davaya da o müruru zaman tatbik olunur." düzenlemesi ile olanaklı hâle getirmiştir.


Yeri gelmişken ceza zamanaşımı süresinin hem bir hem de on yıllık zamanaşımı süresi yönünden uygulanacağını da belirtmek gerekir (Eren; s. 800).


Yine, sözleşmeye aykırılık kural olarak sözleşmenin tarafına yönlendirilebilecekken, haksız fiil sorumluluğunda asıl faille birlikte zararın gerçekleşmesine katkıda bulunan kişiler de müteselsil olarak sorumlu tutulabileceklerinden (BK 50, TBK 61) kimi hâllerde zarar görenin tazminat talebini daha fazla kişiye karşı ileri sürme imkânı elde edebilmesi bakımından haksız fiile dayanması daha lehine sonuç doğurabilecektir.


Bu açıklamalar ışığında somut olay irdelendiğinde;


Davacı ...'ın gebelik takibi davalı doktorun muayenehanesinde yürütülmüş, doğumun başlaması üzerine davacı önceden doğumun yapılacağı kararlaştırılan davalı hastaneye yatmış, doğum, aynı günün akşamında 18.03.2006 tarihinde gerçekleşmiştir. Dosya içerisindeki tıbbi dokümanlardan bebeğin davalı hastanede doğduktan sonra durumunun ağırlaşması üzerine Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesine (GÜTF) sevk edildiği, doğumda asfiksi (havasız kalma) nedeniyle organ yetmezliği oluşması ihtimaline binaen burada takibe alındığı, 24.04.2006 tarihli radyolojik tetkik raporuna göre böbreklerde parankimal herhangi bir sorun tespit edilememişken, "Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D. Epikirizi" başlıklı belgede kesin tanı asfiksi olarak konulmuş, bebeğin epilepsi bulguları gösterdiği ve belirgin şekilde her iki böbrekte parankim ekojenitesinin ileri derecede arttığı rapora işlenmiştir. Davacı anne ve baba davalı doktorun hastaneye gelmekte gecikmesi, müdahalede geç kalınması ve ihmalkâr davranışlar sergilenmesi gibi sebeplerle olayda davalıların kusur ve sorumluluklarının bulunduğunu ispatlayabilmek için 11.04.2006 tarihinde şikâyetçi olmuştur. Ankara 2. Sulh Ceza Mahkemesinin 2009/91 Esas sayılı dosyasında yapılan kovuşturmada sanık doktor kendisine atfedilebilecek herhangi bir kusurun bulunmadığı savunmuş ise de alınan İstanbul Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunun 06.01.2012 tarih ve 169 nolu nihai raporunda davacı, Demir bebekteki asfiksiye bağlı böbrek hasarının davalı doktorun kusurlu tıbbi uygulamasından kaynaklandığının ve hasarın gelişen durum özelliği nedeniyle ilerleyen yıllarda da maluliyet oranını yeniden değerlendirilmesi gerektiğinin tespit olunması üzerine sanık doktor hakkında açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilen hüküm 07.06.2012 tarihinde tesis edilmiştir.


Davacılar BK anlatımıyla alacağın muaccel hâle geldiği tarihten itibaren beş yıl içerisinde sözleşmeye aykırılık iddiasıyla tazminat isteminde bulunmak yerine, öncelikle ceza kanunu önünde davalı doktorun eylemlerinin kusurlu olduğunu ve meydana gelen zarar ile bu kusur arasında illiyet bağının bulunduğunu tespit etmiş, hemen akabinde 09.10.2012 tarihli dava ile doktor ve BK 50. maddesi hükmüne göre doktorla birlikte sorumlu olan hastanenin haksız fiillerinden doğan zararlarını tazmin etmelerini talep etmiştir. Dava dilekçesinde açıkça davalıların suç teşkil eden hukuka aykırı eylemleri nedeniyle doğan zararlarının tazmini istenerek haksız fiile ilişkin BK 41 ve devam hükümlerine dayanıldığı gibi, kusurlu eylem aynı zamanda 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 89. maddesinde düzenlenen ve 66/1-e maddesi gereğince kamu davası sekiz yıllık zamanaşımına tabi olan taksirle bir kişinin yaralanmasına neden olma suçuna vücut verdiğinden BK'nın 60/2 maddesi hükmü açıkça davacılar lehinedir.


Hâl böyle olunca taraflar arasında vekâlet hükümlerine tabi sözleşme ilişkisi bulunmakla birlikte, davalı doktorun eylemi aynı zamanda suç teşkil eder mahiyette de olduğundan, yukarıda ayrıntıları ile açıklandığı üzere sözleşme sorumluluğu ve haksız fiil sorumluluğunun somut olayda yarıştığı ve dava tarihi itibariyle BK 60/2 maddesi hükmü gereğince zamanaşımının gerçekleşmemiş olduğu tartışmasızdır.


Özel Daire bozma kararında da bu hususa işaret edilmiş ise de, kararda "Davalılardan doktor hakkında Ankara 2. Sulh Ceza Mahkemesinin 2009/91 esas sayılı dosyasında bu olay nedeniyle mahkûmiyet kararı verildiği anlaşılmaktadır" denilmiş olması, ceza kovuşturmasında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildiğinin sabit olması karşısında, dosya içeriği ile tam örtüşmemektedir. Ancak bu yanılma işin esasına ve varılan sonuca etki edecek mahiyette sayılamaz. Zira tazminat davalarında BK 60/2 hükmünün işlerlik kazanabilmesi için haksız fiilin suç teşkil eder mahiyette olması yeterli olduğundan, ayrıca ceza davası açılması veya fiilin mahkûmiyet ile cezalandırılması aranmaz. Yine yürürlük tarihi itibariyle somut olayda 818 sayılı BK hükümlerinin uygulanacağı açık olup, bozma kararında 6098 sayılı TBK'nın 72. maddesine atıf yapılmış olması da maddi hata olarak değerlendirilmiş, işin esasına etkili görülmemiştir.


Sonuç itibariyle yerel mahkemece davalıların zamanaşımı defî yerinde görülmeyerek işin esası hakkında karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile davanın reddine hükmedilmesi usul ve yasaya aykırı olup, direnme hükmünün yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı bozulmasına karar vermek gerekmiştir.


S O N U Ç: Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, aynı Kanun'un 440. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 21.03.2019 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

 

13 Eylül 2019 Cuma
© 2024 AS-Hukuk Tüm Hakları Saklıdır.